22 Mayıs 2010 Cumartesi

Solgun Halk Çocukları Tiyatrosu

Bu yazı www.mimesis-dergi.org için kaleme alınmıştır.

“Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.”

Esenyurt’taki bir lisenin tiyatro topluluğunun provasını izlemekten dönerken aklıma Ece Ayhan’ın o muhteşem “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirinden bu dizeler düştü. Ve uzun zamandır lise tiyatrosuyla ilgili olarak zihnimi kurcalayan bir konuyu yazıya dökmeye karar verdim. Şüphesiz bu yazının Ece Ayhan’ın şiirindeki izlekle doğrudan bir ilişkisi yok. Ama bu şiirin çağrıştırdığı solgun halk çocukları kavramı tartışmak istediğim meselede bana yardımcı oldu. [Şiirde “solgun” sıfatı ayaklanmayı nitelese de ufak bir çarpıtma yapmama müsaade edin.]

Terakki Vakfı 15. Gençlik Tiyatrosu Festivali’nin ön jürisi olarak Terakki Vakfı Sanat Danışmanı Orhan Kurtuldu ile birlikte her yıl yaklaşık olarak 30 lisenin oyununu, genel provasını ya da provasını seyrediyoruz. Bu izleme sonucunda 5 topluluğu seçiyoruz ve bu topluluklar Mayıs ayının son haftasında, Festival kapsamında Terakki Vakfı Kültür Merkezi’nde oyunlarını sergiliyorlar. Benim için Festival’in en önemli bölümü bu ön-izleme süreci. Zira bu sayede İstanbul’da lise tiyatrosuna dair genel bir izlenim edinme şansına sahip olduğum gibi, çok farklı kesimlerden gençlerle, çok farklı anlayışlardaki eğitmen/çalıştırıcı ve öğretmenlerle tanışma, iletişim kurma imkanı da yakalamış oluyorum. [Bu ön-izleme sürecinde bazen eleştirilerimiz ve önerilerimizle (hatta bazen küçük çalışmalar yaparak) oyununa ya da provasına konuk olduğumuz topluluğa katkıda bulunmaya da çalışıyoruz.] Bu yazıda da sözünü ettiğim ön-izleme sürecinde son birkaç yıldır edindiğim bir izlenim üzerine akıl yürütmek istiyorum: yoksul devlet okullarındaki “solgun halk çocukları”nın teatral başarısı.

Son birkaç yıldır bütün olanaksızlıklara, idarelerin engelleme ya da vurdumduymazlıklarına rağmen sıradan devlet okullarındaki “solgun halk çocukları” son derece başarılı performanslara imza atıyorlar. En iyi beş topluluğun -tabii ki bize göre- ikisi ya da bu yıl olduğu gibi üçü son derece zor koşullarda tiyatro yapan okullardan çıkıyor. Nasıl oluyor da çok iyi salonlara, kabarık prodüksiyon bütçelerine, profesyonel çalıştırıcılara sahip olan özel okullar böyle bir düzeyi yakalamakta zorluk çekerken, bir sınıfta, okul kantininde ya da izbe bir bodrum odasında çalışma yapan ve neredeyse sıfır bütçeyle, iyi niyetli bir edebiyat öğretmeninin ya da amatör bir tiyatrocunun yönetiminde oyun çıkaran “solgun halk çocukları” başarılı olabiliyor? [Elbette ki bu bir genelleme ve birçok istisnası olabilir. Ama son birkaç yıldır dikkatimi çeken egemen bir yönelim olduğunu söyleyebilirim.] Bu yazıda aslında başlı başına bilimsel bir araştırmanın konusu olabilecek bu soruya kendimce verdiğim yanıtları sizle paylaşmak istiyorum. Şüphesiz bu yanıtlar oldukça subjektiftir ve tartışmaya açıktır.

Öncelikle sanatın, insanın kendisini ifade etmesinin bir aracı olduğu noktasını vurgulamak istiyorum. Bu gençler kendilerini ifade edecek, kendilerini görünür kılacak, bir anlamda kendilerini kamusallaştıracak kanallar arıyorlar. Söyleyecek sözleri var. Ya da -daha doğrusu- bir şeyler söylemek ve dinlenmek istiyorlar. Ne söylediklerinin çok da önemi yok. Yani oyunun somut sözleri onların söylemek istedikleriyle çok da örtüşmeyebilir. Önemli olan “burada” olduklarını, “var” olduklarını, “bir şeyler” yaptıklarını göstermek, görünür olmak. Çok çeşitli sosyalleşme araçlarına sahip özel okul ya da başarılı Anadolu Lisesi öğrencilerinin aksine sistemin görmezden geldiği, ikincil gördüğü bir kitleyi oluşturuyorlar. Ve sanat bu noktada “solgun halk çocukları” için bir kamusallaşma aracı, bir mücadele alanı, yine Ece Ayhan’a atıfta bulunursak “solun bir ayaklanma” haline gelebiliyor. Üstelik doğası gereği sadece boş bir alan ve bir oyuncuyla bile yapılabilecek olan tiyatronun bu anlamda diğer sanat dallarından daha avantajlı olduğunu belirtmek gerekir.

Bir diğer etken gençlerin gelecek perspektifleriyle ilgili. Orta ve üst-orta sınıf ailelerin çocuklarının önünde “parlak” gelecek alternatifleri varken “solgun halk çocuklarına” sistemin sunduğu gelecek belli. Birkaç istisnai “başarı” öyküsünün dışında kalanlar ebeveynlerinin yaşadığı yoksul hayatların yeni aktörleri olmak zorunda bırakılıyorlar. Bu noktada oyunculuğun bu gençler için bir umut haline geldiğini söyleyebiliriz. Dolaştığım okullarda hemen her zaman gençlere tiyatroyu profesyonel olarak yapmayı düşünüp düşünmediklerini soruyorum. Net rakamlar veremem, ama yoksul devlet okullarında bu soruya olumlu yanıt verenlerin oranının çok daha yüksek olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada televizyon dizisi sektöründeki gelişmelerin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ben buna “Harlem sendromu” adını takmıştım. Nasıl ki Harlem’de basketbol gençler için bir çıkış umudu anlamına geliyorsa, burada da tiyatro/oyunculuk insani bir gelecek sunamadığımız “solgun halk çocukları” için bir çıkış umudu, makus talihlerini yenme hayali anlamına geliyor. Elbette bu hayali kuranların büyük kısmını hayal kırıklıklarının beklediğini, bu acımasız sektöre “kapağı atsalar” bile çok çeşitli sömürü biçimleriyle karşı karşıya kalacaklarını söylemek abartı olmaz sanırım.

Kısıtlı imkanların kışkırtması bir başka neden olarak akla gelebilir. Burada elbette imkanlar ne kadar azsa başarı o kadar çok olur gibi bir reçete önerecek değilim. Fakat şunu saptayabiliriz. Özel okullarda çoğunlukla prodüksiyona dair işler o işin profesyonelleri tarafından icra edilir. Dekoru yapan birileri vardır, kostüm ve aksesuarlar satın alınır, çalışma mekanını temizleyen ve toparlayan birileri vardır, vb. Oysa ki kısıtlı imkanlara sahip topluluklarda bu sorumluluklar oyuncular/öğrenciler tarafından paylaşılır ve bu sorumluluk bilinci ister istemez oyuna ve rolüne dair de bir sorumluluk bilincinin gelişmesine hizmet eder. Ayrıca kısıtlı imkanların bir mücadele motivasyonu, bir engel aşma hırsı yarattığını gözlemlemek mümkündür.

Değinmek istediğim son etken “büyümek”le ilgili. Ben genellikle Stanislavskiyen anlamda dramatik oyunculuğun liseli gençler tarafından icra edilmesinin bir hayli zor olduğunu düşünürüm. Dramatik oyunculuğun oyuncunun kendi kişisel tarihinden, duyu ve coşku belleğinden bir hayli beslendiğini göz önüne alırsak, hayatının başlarında olan bir gencin bu türden rollerde başarılı olmasının düşük ihtimal olduğunu savunurum. Fakat özellikle bu yıl iki devlet okulunun oyununda izlediğim başarılı dramatik oyunculuk örnekleri bu kanımı sarsıntıya uğrattı ve bunun üzerinde kafa yordum. Ulaştığım kesin bir sonuç olduğunu söyleyemem ama argümanımı tartışmaya açmak isterim. Biz “beyaz” orta sınıf aileler çocuklarımızı “büyütmüyoruz”. Onlara birçok olanak sunuyoruz, onları iyi besliyoruz (her anlamda), onlara “iyi” davranıyoruz, bir dediklerini iki etmiyoruz, en iyi okullara/dershanelere göndermeye çalışıyoruz, vs., vs. Ama onları “büyütmüyoruz”, büyümelerine izin vermiyoruz. Oysa “solgun halk çocukları” sokakta, işte, aile ve okul içi çatışmalarda, vb. “büyüyorlar”. Sorumluluk alarak, mücadele ederek, sorun çözerek, incinerek, maddi manevi dayak yiyerek, hayal kırıklıkları yaşayarak, vb. şekillerde “büyüyorlar”. Bu hayat deneyimi, bu yaşanmışlık onları oyunculuk alanında, özellikle de dramatik oyunculuk alanında daha avantajlı kılıyor. Beyaz orta sınıf çocuklarının yaşadıkları en ciddi hayat deneyimi acımasızca SBS, YGS gibi sınavlara hazırlanma ve kendilerine sunulan olanakların karşılığında “parlak”, “başarılı” bir gelecek inşa etme dayatması. Bu da a bir travma değil. Ama benim gözlemim özel okullardaki ve Anadolu Liselerindeki birçok gencin çocuk kaldığı, çocuk bırakıldığı yönünde. Bunun da bir rolü yorumlamaktan tutun da kolektif bir üretim sürecinde sorumluluklarını yerine getirmeye kadar birçok konuda handikap yarattığı iddia edilebilir.

Dediğim gibi, bu saydığım etkenlerin hepsi tartışmalıdır; hepsi birer tartışma başlığıdır. “Solgun halk çocuklarının” teatral başarısı bu etkenler üzerinden tartışılabilir, başka etkenler öne sürülebilir. Fakat bu noktada biz tiyatro aydınlarını bekleyen başka meseleler var. Bu gençlerle birlikte ne yapabiliriz? Onlara nasıl daha sağlıklı ve hayal kırıklığı yaşamayacakları kanallar açabiliriz? Ne tür eğitim modelleri kurabiliriz? Nasıl daha politik ve bilinç düzeyine taşınmış bir sanatın egemen olmasını sağlayabiliriz? Bu “solgun halk çocukları ayaklanmasını” nasıl Türkiye tiyatrosunun itici güçlerinden biri haline getirebiliriz?

Lise tiyatrosu üzerine gözlemlerimi paylaşmaya devam edeceğim

27 Nisan 2010 Salı

İSLAMİ KESİM VE TİYATRO

www.mimesis-dergi.org için kaleme alınmıştır.

Mimesis’te yayınlanan “İmamlar Tiyatrosuna Alternatif Geliyor” haberi (http://mimesis-dergi.org/?p=3112) yaptığı çağrışımlar ve kışkırttığı düşünceler açısından önemliydi. Bu haberi okuduktan sonra internette kısa bir gezinti yaptım ve tiyatronun dindar kesimde -özellikle de “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri çerçevesinde- giderek daha çok ilgi çekmeye başladığını keşfettim. İnternet forumlarında onlarca insanın Kutlu Doğum etkinlikleri kapsamında oynanmak üzere metin aradıklarını gördüm. Çok şükür ki artık İslami ajitasyona dayalı bu türden oyunlar üzerine 12 yıl önce Sincan’da olduğu gibi tanklar sokaklara dökülmüyor ve biz de İslami kesimin tiyatroya ilgisi üzerine daha serinkanlı bir biçimde tartışma fırsatına sahibiz. Üzerine kapsamlı araştırmalar yapmanın mümkün olduğu bu ilginin çağrıştırdıklarını satırbaşları halinde özetlemeye çalışacağım.

Öncelikle söz konusu haberden başlamak istiyorum. Bu haberin Mimesis’te yer alması kimilerine tuhaf gelebilir. Cumhuriyetin tevhidi tedrisatından geçmiş bizim gibi çoğu insan için bu türden etkinlikler bir küçümseme ve alay nesnesi ya da bir tedirginlik kaynağı olabilir. Ama haberdeki bir noktanın üzerinde durmak gerekiyor. Haberin ilk satırlarında şöyle deniyor: “Osmaniye’de altı yıl önce kurulan erkek imamlar tiyatrosuna bu yıl bayanlar tiyatro ekibi de katıldı. Kur’an kursu bayan öğretmenleri ve öğrencilerinden oluşan tiyatro grubu 19 bayandan oluşuyor.” Erkek imamlar tiyatrosunun altı yıldır bir çalışma götürüyor olması önemli elbette. Ama bu haberde asıl dikkat çekici olan nokta zaten yıllardır şu ya da bu düzeyde baskı görmüş bir cemaatin içinde yer alan ve toplumsal cinsiyet bağlamında da bir kat daha baskı görmüş olan kadınların bu türden bir etkinlikte etkin bir rol üstlenmesi. Kamusal yaşamda giderek daha görünür hale gelen “türbanlı kadınların” seyirci koltuklarında sıkça görülmesine alışmaya başlamıştık; şimdi sahnelerde de görünmelerine alışma zamanı. Gösteri sanatları alanında “türbanlı kadınlar”ın hem metaforik hem de sözlük anlamında sahneye çıkması, İslami kesim içinde yaşanan/yaşanacak “aydınlanmanın” önemli ayaklarından birini oluşturuyor. [Sergilenen oyun hakkında fazlaca bir bilgim olmadığı için, bunları haberde sözü edilen çalışmanın içeriğinden bağımsız olarak söylüyorum.]

İkinci nokta İslami kesimde yaşanan/yaşanacak “aydınlanmada” tiyatronun üstleneceği role ilişkin. Şüphesiz tiyatro canlı bir performans olması nedeniyle halen toplumda güçlü etkiler oluşturma potansiyeline sahip bir sanat. Bu özelliği geçmişte olduğu gibi bugün de toplumsal/politik dertleri olan insanlar için tiyatroyu bir cazibe alanı haline getiriyor. Tiyatro, belirli bir toplumsal kesimde yaşanması/yaşatılması düşünülen dönüşümün, bir tür “aydınlanma”nın aracı olarak görülebiliyor. Tiyatronun -genelde sanatın- bu noktadaki gücünün sınırlarının bilincinde olmak gerektiğini bir yana koyuyorum. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri şudur: Tiyatro -ya da sanat- bu türden bir dönüşümün aracı olarak görülürken, aracın kendisinin de bir dönüşüme, bir tür “aydınlanmaya” tabi tutulmak zorunda olduğu unutulmamalıdır. Gerek metin, gerekse sahneleme teknikleri açısından ilkokul müsameresi düzeyinde oyunlarla hiçbir toplumsal kesimde bir dönüşüm, bırakın dönüşümü bir değişim kırıntısı bile gerçekleştirmek pek mümkün değildir. Televizyon, sinema, internet gibi araçların yaygınlaştığı bir ortamda, devasa bir dönüşümün nesnesi ve öznesi olan bir seyirci kitlesine yaptığınız tiyatro kendini dönüştürüp çağın gereklerine göre yenilemedikten sonra çıkardığınız ürünün seyircide güçlü bir etki bırakmasını beklemek hayalcilik olur.

Hiçbir ciddi gözlemim olmamasına rağmen, -sadece internet üzerinde yaptığım gezintiden yola çıkarak yazıyorum- İslami kesimin Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde sergilediği teatral gösteriler bana Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında halkevlerinde sergilenen “İnkılap Temsilleri”ni ve onların günümüzdeki kalıntısı olan özel gün ve haftalarda okullarımızda sergilenen can sıkıcı müsamereleri çağrıştırıyor. İnkılap Temsilleri Cumhuriyet’in temel ilkelerinin halk tabanında propagandasını yapmak, resmi tarih tezlerini dramatik araçlarla örneklendirerek halka anlatmak, bir ulu önder mitolojisi yaratmak, vb. amacıyla yazılmış, edebi açıdan son derece niteliksiz, dramatik açıdan ise yavan ve ilkel oyun metinleriydi. Bazı önemli edebiyatçıların da katıldığı bu furya 1930’ların ilk yarısında Ankara kökenli aydınlar ve Cumhuriyet ideologları arasında rağbet görmüştür ama toplum bazında ne kadar etkiye sahip oldukları tartışmalıdır. Oysa aynı yıllarda iş gören ve siyasal iktidarın söylemi ile daha mesafeli bir ilişki kuran Muhsin Ertuğrul gibi sanatçıların gerek alanın -tiyatronun- gelişimine, gerekse toplumun yaşadığı dönüşüme yaptıkları katkının çok daha güçlü olduğunu iddia etmek yanlış olmaz.

Tiyatroya politik bir ilgi gösteren baskı gören/ezilen toplumsal kesimlerin tiyatro çalışmalarının (Kürt Tiyatrosu, feminist tiyatro, İslami tiyatro, vb.), Türkiye tiyatrosunun tarihine daha dikkatli bakmaları, oradaki hastalıklı eğilimleri yeniden üretmemeleri gerekiyor. Feminist tiyatro ve kısmen de Kürt tiyatrosunun bu konuda belli bir mesafe aldıklarını gözlemleyebiliyoruz. İslami kesimin tiyatrosu hakkında ise bu yönde henüz yeterince veriye sahip değiliz.

İslami kesim ile tiyatro ilişkisinden bahsederken kısa süre önce “Yala ama Yutma” oyununa yönelik Vakit gazetesinin saldırgan tutumuna zemin oluşturan birtakım tiyatrocu zevata değinmeden geçmek olmaz. Hatırlanacağı üzere söz konusu gazete oyuna yönelik faşizan bir karalama kampanyası yürütürken birkaç tiyatrocunun “görüş”üne başvurmuş ve dindar bir seyirci kitlesine sahip bu tiyatrocular bu faşizan kampanyanın fikri önderleri olmuşlardı. Aslında kendi içinde farklı odak ve anlayışlara sahip olan İslami kesimde tiyatroyla ilgilenen kişilerin öncelikli olarak bu faşizan eğilimle hesaplaşmaları gerektiğini, bu kirli kanı akıtmaları gerektiğini söylemek yanlış olmaz.

Yukarıda kısaca belirttiğim noktalar kuşkusuz üzerinde uzun uzadıya tartışılacak başlıklar. Bu yazıda yalnızca bir haberin bende çağrıştırdıklarını kaleme almaya çalıştım. Yazıdaki eleştiri ve tespitler doğrudan haberde bahsi geçen mütevazı tiyatro çalışmasına yönelik değildir elbette; bu çalışma yalnızca yazıdaki düşüncelerin/çağrışımların kıvılcımı olmuştur.

8 Nisan 2010 Perşembe

TİYATRO SİTELERİNİN KADRO SORUNU

Bu yazı www.mimesis-dergi.org
sitesi için kaleme alınmıştır.

Tiyatro Yayıncılığı alanında, gerek erişim kolaylığı, gerekse güncelliği daha kolay kavrama özelliği bakımından internet medyası giderek önem kazanıyor. Tiyatro alanında yayın yapan birkaç internet sitesi mevcut ve okunma oranları da gün geçtikçe artıyor. Öte yandan tiyatro siteleri, kendilerine yönelik bu ilgiyi karşılamak konusunda belli açılardan sorun yaşıyorlar.

Birincisi bu sitelerin yeterli miktarda kadrolarının bulunmaması. Sitelerin tamamına yakını belli tekil bireylerin gönüllü katkısıyla yayın yapıyor; hemen hiçbiri yayın politikasını belirleyen bir yayın kuruluna sahip değil. Bu durum ister istemez bu siteleri oldukça öznel bir yayın politikasına sahip olma konumuna itiyor. Adına ister site sahibi deyin, ister site editörü, bu kişi tek başına yayın politikasını belirleyen bir pozisyonda oluyor. Bu durumda kamusal alanda habercilik yapma iddiasındaki bir sitenin kurumsal bir kimlik oluşturması beklenirken, yayın politikası ister istemez söz konusu kişinin kişisel birikim ve özelliklerine kalıyor. Örneğin bir polemik yaşandığında bu kişi “heyecanlı” biriyse sitenin yayın politikası da “heyecanlı” (ya da saldırgan/hakaretamiz/sansürcü vs.) olabiliyor. Söz konusu kişi “ağırbaşlı” ise bu kez de site “ağırbaşlı” (ya da mesafeli/görmezden gelmeci/vs.) bir yayın çizgisine giriyor. Hal böyle olunca da kurumsal bir kimlik oluşturması beklenen siteler ile tamamen kişisel yaklaşımlarla (hatta bazen kişisel kaprislerle, husumetlerle, vb.) yayın yapan bloglar arasındaki ayrım çizgisi ortadan kalkıyor. Kamusal alanda habercilik yapma iddiasındaki bir sitenin kurumsal bir ciddiyet kazanabilmesi için göstermelik olmayan bir yayın kuruluna ihtiyacı var.

Kadro sorunu kendisini sitelerin yayın niteliklerinde de gösteriyor. Gerek siteler için üretilen yazılar, gerekse haber metinleri çoğu zaman okuyucunun taleplerini karşılayacak ya da onu geliştirecek nitelikte olamıyor. Site editörleri (ya da sahipleri) bazen incir çekirdeğini doldurmayacak yazılara, genellikle oyun tanıtımı niteliğinde ve çoğu zaman da hayran mektubu tadında oyun eleştirilerine, genellikle ciddi bir editörlük mekanizması olmadığı için de kötü kaleme alınmış, enformasyon vereyim derken dezenformasyon sınırlarında dolaşan haber metinlerine yer vermek durumunda kalıyorlar.

Burada şu noktanın altını çizmek gerek. Bu sitelerin sahipleri ya da editörleri bu işi başka işlerinin yanı sıra yapıyorlar. Yani geçimlerini bu işten sağlamıyorlar. Ne yazık ki bir tiyatro sitesi belli sayıda kadroyu besleyecek düzeyde bir gelir elde edecek durumda değil. Bırakın kadroyu bir kişiyi bile finanse edemeyecek durumda. Bu yüzden de siteler gönüllülük temelinde çalışma yürüten kişilerin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bunun için kendilerine teşekkür mü etmeliyiz? Evet. Ama mevcut durumda da bir açmazla karşı karşıya kalıyoruz. Kadro sorununu da göz önüne alırsak, site editörünün işleri yoğunlaştığında sitenin yayını aksamaya, kalitesi tavsamaya başlıyor. Uzmanlık gerektiren editörlük işinde uzmanlaşma hep gelecek bahara erteleniyor. Gönüllü katkılar elbette önemli, değerli, hatta vazgeçilmez. Ama eğer tiyatro alanında internet medyasının gelişmesini istiyorsak, bu işi meslek edinmiş, meseleye mesleki disiplin ve etik çerçevesinde yaklaşan bireylerin çıkabilmesi önem kazanıyor. Aynı sorun yaşlanmış basılı tiyatro medyasında da varken henüz çocukluk çağındaki internet medyasından bunu beklemek erken bulunabilir. Ama her iki alanda da er ya da geç bu yönde bir gelişimin yaşanması gerekiyor. Bir dergi (internette ya da basılı) sadece gönüllü katkılarla yürüyorsa ve bu gönüllü katkıcıların arasında bir fikir, ideal, perspektif ortaklaşması, bir yoldaşlık duygusu da yoksa o dergi hem niteliksel bir sıçrama yapıp hem de kalıcı olmayı başarabilir mi?

Bir diğer sorun tiyatro sitelerinin yayınlarında evrensel basın yayın ilkelerine ne derece uygun davranıldığıyla ilgili. Hakaret ve aşağılama içeren yazılar, ırkçı söylemler, sansür ve oto-sansür, dezenformasyon ve manipülasyona yol açan yayınlar, ifade özgürlüğünü engelleyici tavırlar tiyatro sitelerine kolayca sızabiliyorlar. Başlı başına uzun bir yazının konusu olabilecek bu mesele de kadrosuzluk ve uzmanlaşma eksikliği sorunuyla yakından ilgili.

Mimesis Tiyatro Portali de yukarıda dillendirdiğim sorunlardan azade değil. Ama en azından bu sorunların, yukarıda anlatılanların sorun olduğunun farkında. Uzmanlaşma ve kadrolaşma. Tiyatro alanında yapılan yayıncılığın bir nitelik sıçraması yaşaması isteniyorsa, bu iki meseleye kafa yormak gerekiyor.

9 Mart 2010 Salı

BAŞBAKAN’IN KAHVALTISI

Başbakan Tayip Erdoğan’ın müzik sektöründeki sanatçılarla yaptığı “demokratik açılım” gündemli toplantı üzerine tartışmalar soğumadan, şimdi de tiyatro ve sinema sanatçılarına yönelik bir kahvaltı-toplantı organizasyonunun gündemde olduğu biliniyor. Bu kahvaltı-toplantı da tartışmaların yeniden alevlenmesine yol açacak gibi görünüyor. Yazılarını takip etmeye çalıştığım Nedim Saban ve Orhan Aydın da birer yazıyla bu toplantıya dair görüşlerini ifade ettiler [“Başbakanla Kahvaltıda Bir Parmak Bal” http://nedimsaban.blogspot.com/2010/02/basbakanla-kahvaltida-bir-parmak-bal.html ve “Yiyin Efendiler Yiyin” http://anlamakgideni.blogspot.com/2010/03/yiyin-efendiler-yiyin-kahvalt-tabagnda.html]. Her ne kadar onlar kadar aktivist bir üyesi olmasam da aynı tiyatro örgütü (Türkiye Tiyatrolar Birliği) çatısı altında bulunuyoruz ve onların görüşlerini önemsediğim için tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Baştan bu konudaki görüşümü söyleyeyim. Ben, bu konuda ikili bir strateji izlenmesinin uygun olduğunu düşünenlerdenim. Yani hem toplantıya katılmak hem de toplantının yapıldığı mekanın dışında AKP’yi samimiyete davet eden bir eylem yapmak. Benzer bir durum müzisyenlerle yapılan toplantı sırasında da yaşandı. Barış İçin Sanat Girişimi üyesi bir grup sanatçı kahvaltı mekanının dışında bir eylem düzenlerken, yine aynı girişimin aktif üyelerinden biri olan Feryal Öney içeride demokratikleşmeye dair talepleri Başbakan’ın karşısında dile getiriyordu. [İlk toplantıya dair ayrıntılı bir izlenim yazısı için bkz. “Başbakan’ın Kahvaltı Davetinden İzlenimler”, Feryal Öney, http://www.bgst.org/keab/fo20100301.asp]

Burada temel kriter şu olmalıdır: Sözümüzü özgürce söyleyebildiğimiz her yerde, her zaman mevcut olmalıyız. Karşımızdaki, faşizan TMK’yı değiştirmek için hiçbir çaba göstermeyen, bir yandan Kürt sorununun siyasi düzlemde çözülmesini savunurken, bir yandan da sorunun çözümünün kilit aktörü olabilecek binden çok (rakamla 1000) Kürt siyasetçiyi içeri tıkan, samimiyetsiz (ya da kararsız, ya da kifayetsiz) AKP hükümetinin Başbakan’ı Tayyip Erdoğan bile olsa, demokratikleşme taleplerimizi dile getirebileceğimiz bir ortam varsa bunu yapmak boynumuzun borcudur.

Orhan Aydın bunun bir işe yaramayacağı görüşünde. Diyor ki: “O sofraya, kucak kucak dosyalar taşısan ne olur? Şimdiye kadar bu sözde paketle ilgili İçişleri Bakanı onlarca görüşme yaptı; kimin söyledikleri, önerdikleri karşılık bulmuş ki, seninkiler bulsun? Kaç ay geçti üstünden, elle tutulur gözle görülür tek sonuç var mı? Anlamamak için ‘çok aç’ olmak gerekiyor galiba!”

Ben de –nur içinde yatsın- Can Yücel’den apartarak diyorum ki: Evet açız! “Adam gibi çalışmaya, insan gibi yaşamaya,” demokrasiye, kardeşçe, bir arada, eşit yurttaşlar olarak yaşamaya, herkesin anadilini her alanda özgürce kullanabildiği, herkesin her alanda dilediği gibi giyinebildiği, hukukun guguk, sanatın manat, yoksulluğun kader olmadığı bir ülkede yaşamaya ve belki de hepsinden önemlisi, silahların sustuğu, operasyonların durduğu bir zamana, kısacası BARIŞA AÇIZ. Onun için de “bu düzenin bazına” asılmalıyız. Nasıl ki -Afyon ve Kemalpaşa örneğinde olduğu gibi- AKP’li belediye yetkilileri ile tiyatrocuların yaşadıkları sorunların çözümü için görüşmek boşuna değilse, barış ve demokrasi için, sanata dair taleplerimiz için Başbakan’la görüşmek de boşuna değildir. Eğer uygun bir boşluk bulup da içeri sızabiliyorsak –yani kahvaltıya davet almışsak- orada olmak, taleplerimizi haykırmak yalnızca doğru olan tavır değil, boynuzun borcudur. Eğer sadece AKP hükümetini ve Başbakan’ı değil, kamuoyunu da muhatap kabul ediyorsak, aynı anda dışarıda da olmak, dışarıda da sözümüzü söylemek gerekir.

Kendisi elini taşın altına ne kadar koyuyor tartışmalı da olsa, Başbakan’ın sanatçıların “elini taşın altına” koyması gerektiği yönündeki düşüncesine yürekten katılıyorum. Bu ülkeye gerçek anlamda demokrasi ve adil bir barış gelecekse bunun sadece yüksek siyaset mekanizmaları aracılığıyla gerçekleşemeyeceğini düşünüyorum. On yıllardır militarist, ırkçı, faşizan söylemlerle pompalanmış bir kamuoyu var. Anayasal düzenlemeler, yasal değişiklikler ne kadar gerekli de olsa yeterli değil. Demokratikleşme sorununun toplum tabanında bir dönüşüm yaşanmadıkça, mahallemizdeki bakkal, apartmanımızdaki komşu, işyerimizdeki mesai arkadaşımız daha fazla demokrasi talep etmedikçe, Kürt sorununun adil bir barış temelinde çözümüne ikna olmadıkça yasal ve anayasal değişikliklerin etkisi sınırlı kalacaktır. Bu anlamda sanatçılara her zamankinden daha fazla iş düşmektedir. Barışın dilini, barış söylemini hâkim kılmak, demokrasi özlemini dile getirmek için sanatsal olanaklarımızı kullanmanın, bu anlamda “elimizi taşın altına koymanın” bir zorunluluk, bir aydın sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.

Nedim Saban diyor ki: “Ama yaşadığımız şu cüce Şubat’ta, bir yandan Mustafa Balbay gibi aydınlarımız hapishanedeki birinci yıllarını çürütürken, öte yandan mesela Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Ülker Arıboğan’ın görev süresi dolmadan görevden alınmasını, Erzincan savcısının depremini, Vatan Gazetesi internet editörünün salt bir iddia üzerine mahkemeye çıkartılmadan önce on ay hapis yatmasını, yargının siyasallaşmasını, üniversitenin kadrolarına el atılmasını, sanatçıların, aydınların, siyasetçilerin, askerlerin, sesi biraz fazla çıkanların, bazen haklı bazen haksız yere tutuklanarak bir kaos ortamı yaratılmasını, pek çok kişinin başına gelenleri bazen sinerek, sindirilerek, bazen haykırarak izlediğimiz şu dönemde, farz edin ki elimizi taşın altına koyduk! Elimizin ezilmeyeceği ne malum?”

Saydığı aktörlerin bir kısmının sadece elimizi değil, beynimizi de ezmeye çalışan bir iklimin ajanları, sözcüleri, eyleyicileri olduğu gerçeğini şimdilik bir kenara bırakarak ve kendisinin elini taşın altına koymaktan çekinmeyen biri olduğunu bilmenin gönül rahatlığıyla, ben de diyorum ki: Şimdi elimiz ezilecek diye taşın altına koymazsak, ileride külliyen ve cümleten taşın altında kalacağız diye korkarım.

NOT:
Yazıda sözü geçen Can Yücel şiirinin tamamı aşağıda. Demokratik AÇılım bağlamına uyarlanarak okunmasını talep ediyorum.

Damlaya Damlaya Göl Olmaz Ya

Otuz Altıncı Damla

AÇÇ! AÇÇ! AÇÇ! diye haykırıyor yüzlerce mahkûm.
Canımız yanmış gibi değil,
Canımız yana yana
Haykırıyoruz sahnedeki kadına:
AÇÇ! AÇÇ! AÇÇ!
Bir koçbaşı gibi zorluyor duvarları çığlığımız…
Açız çünkü.
Açız…
Hem sade
O kadına
Ve kadınlara değil,
Güneşe,
Yeşile,
Toprağa
Ve açık havaya açız,
Adam gibi çalışmaya
İnsan gibi yaşamaya da açız…
Onun için de işte,
Sahnedeki kadına değil asıl,
Bu düzenin bazına asılıyoruz,
AÇÇ! AÇÇ! AÇÇ! diye haykırıyoruz.
Kilitleri aç!
Kelepçeleri aç!
Demir kapıları aç!
AÇÇ! AÇÇ! AÇÇ!..
Açız çünkü.
Açız…
Hem sade
İçerde değil!
Güneşe,
Yeşile,
Toprağa,
Açık havaya,
Adam gibi çalışmaya
İnsan gibi yaşamaya
Sade içerde değil,
Dışarda da açız…
Onun için de işte,
Sahnedeki kadına değil asıl,
Bu düzenin bazına asılıyoruz,
AÇÇ! AÇÇ! AÇÇ! diye haykırıyoruz.
Bize okul,
Bize yol,
Bize fabrika aç!
AÇÇ! AÇÇ! AÇÇ!
Yine de nazlanıyor sahnedeki rakkas…
Bu açmaza son çare,
Bir açık versin diye bakıyoruz,
Canımız yanmış gibi değil,
Canımız yana yana haykırıyoruz:
AÇAMAZ! AÇAMAZ! AÇAMAZ!
Ama hala anlamıyor ki düzenbaz,
Gönül hoşluğuyla o açmazsa eğer
Fırladığımız gibi bu TARİH denen sahneye,
AÇ! dediklerimizi biz
Kendi ellerimizle açaca’az!
30 Kasım 1973