22 Mayıs 2010 Cumartesi

Solgun Halk Çocukları Tiyatrosu

Bu yazı www.mimesis-dergi.org için kaleme alınmıştır.

“Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.”

Esenyurt’taki bir lisenin tiyatro topluluğunun provasını izlemekten dönerken aklıma Ece Ayhan’ın o muhteşem “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirinden bu dizeler düştü. Ve uzun zamandır lise tiyatrosuyla ilgili olarak zihnimi kurcalayan bir konuyu yazıya dökmeye karar verdim. Şüphesiz bu yazının Ece Ayhan’ın şiirindeki izlekle doğrudan bir ilişkisi yok. Ama bu şiirin çağrıştırdığı solgun halk çocukları kavramı tartışmak istediğim meselede bana yardımcı oldu. [Şiirde “solgun” sıfatı ayaklanmayı nitelese de ufak bir çarpıtma yapmama müsaade edin.]

Terakki Vakfı 15. Gençlik Tiyatrosu Festivali’nin ön jürisi olarak Terakki Vakfı Sanat Danışmanı Orhan Kurtuldu ile birlikte her yıl yaklaşık olarak 30 lisenin oyununu, genel provasını ya da provasını seyrediyoruz. Bu izleme sonucunda 5 topluluğu seçiyoruz ve bu topluluklar Mayıs ayının son haftasında, Festival kapsamında Terakki Vakfı Kültür Merkezi’nde oyunlarını sergiliyorlar. Benim için Festival’in en önemli bölümü bu ön-izleme süreci. Zira bu sayede İstanbul’da lise tiyatrosuna dair genel bir izlenim edinme şansına sahip olduğum gibi, çok farklı kesimlerden gençlerle, çok farklı anlayışlardaki eğitmen/çalıştırıcı ve öğretmenlerle tanışma, iletişim kurma imkanı da yakalamış oluyorum. [Bu ön-izleme sürecinde bazen eleştirilerimiz ve önerilerimizle (hatta bazen küçük çalışmalar yaparak) oyununa ya da provasına konuk olduğumuz topluluğa katkıda bulunmaya da çalışıyoruz.] Bu yazıda da sözünü ettiğim ön-izleme sürecinde son birkaç yıldır edindiğim bir izlenim üzerine akıl yürütmek istiyorum: yoksul devlet okullarındaki “solgun halk çocukları”nın teatral başarısı.

Son birkaç yıldır bütün olanaksızlıklara, idarelerin engelleme ya da vurdumduymazlıklarına rağmen sıradan devlet okullarındaki “solgun halk çocukları” son derece başarılı performanslara imza atıyorlar. En iyi beş topluluğun -tabii ki bize göre- ikisi ya da bu yıl olduğu gibi üçü son derece zor koşullarda tiyatro yapan okullardan çıkıyor. Nasıl oluyor da çok iyi salonlara, kabarık prodüksiyon bütçelerine, profesyonel çalıştırıcılara sahip olan özel okullar böyle bir düzeyi yakalamakta zorluk çekerken, bir sınıfta, okul kantininde ya da izbe bir bodrum odasında çalışma yapan ve neredeyse sıfır bütçeyle, iyi niyetli bir edebiyat öğretmeninin ya da amatör bir tiyatrocunun yönetiminde oyun çıkaran “solgun halk çocukları” başarılı olabiliyor? [Elbette ki bu bir genelleme ve birçok istisnası olabilir. Ama son birkaç yıldır dikkatimi çeken egemen bir yönelim olduğunu söyleyebilirim.] Bu yazıda aslında başlı başına bilimsel bir araştırmanın konusu olabilecek bu soruya kendimce verdiğim yanıtları sizle paylaşmak istiyorum. Şüphesiz bu yanıtlar oldukça subjektiftir ve tartışmaya açıktır.

Öncelikle sanatın, insanın kendisini ifade etmesinin bir aracı olduğu noktasını vurgulamak istiyorum. Bu gençler kendilerini ifade edecek, kendilerini görünür kılacak, bir anlamda kendilerini kamusallaştıracak kanallar arıyorlar. Söyleyecek sözleri var. Ya da -daha doğrusu- bir şeyler söylemek ve dinlenmek istiyorlar. Ne söylediklerinin çok da önemi yok. Yani oyunun somut sözleri onların söylemek istedikleriyle çok da örtüşmeyebilir. Önemli olan “burada” olduklarını, “var” olduklarını, “bir şeyler” yaptıklarını göstermek, görünür olmak. Çok çeşitli sosyalleşme araçlarına sahip özel okul ya da başarılı Anadolu Lisesi öğrencilerinin aksine sistemin görmezden geldiği, ikincil gördüğü bir kitleyi oluşturuyorlar. Ve sanat bu noktada “solgun halk çocukları” için bir kamusallaşma aracı, bir mücadele alanı, yine Ece Ayhan’a atıfta bulunursak “solun bir ayaklanma” haline gelebiliyor. Üstelik doğası gereği sadece boş bir alan ve bir oyuncuyla bile yapılabilecek olan tiyatronun bu anlamda diğer sanat dallarından daha avantajlı olduğunu belirtmek gerekir.

Bir diğer etken gençlerin gelecek perspektifleriyle ilgili. Orta ve üst-orta sınıf ailelerin çocuklarının önünde “parlak” gelecek alternatifleri varken “solgun halk çocuklarına” sistemin sunduğu gelecek belli. Birkaç istisnai “başarı” öyküsünün dışında kalanlar ebeveynlerinin yaşadığı yoksul hayatların yeni aktörleri olmak zorunda bırakılıyorlar. Bu noktada oyunculuğun bu gençler için bir umut haline geldiğini söyleyebiliriz. Dolaştığım okullarda hemen her zaman gençlere tiyatroyu profesyonel olarak yapmayı düşünüp düşünmediklerini soruyorum. Net rakamlar veremem, ama yoksul devlet okullarında bu soruya olumlu yanıt verenlerin oranının çok daha yüksek olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada televizyon dizisi sektöründeki gelişmelerin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ben buna “Harlem sendromu” adını takmıştım. Nasıl ki Harlem’de basketbol gençler için bir çıkış umudu anlamına geliyorsa, burada da tiyatro/oyunculuk insani bir gelecek sunamadığımız “solgun halk çocukları” için bir çıkış umudu, makus talihlerini yenme hayali anlamına geliyor. Elbette bu hayali kuranların büyük kısmını hayal kırıklıklarının beklediğini, bu acımasız sektöre “kapağı atsalar” bile çok çeşitli sömürü biçimleriyle karşı karşıya kalacaklarını söylemek abartı olmaz sanırım.

Kısıtlı imkanların kışkırtması bir başka neden olarak akla gelebilir. Burada elbette imkanlar ne kadar azsa başarı o kadar çok olur gibi bir reçete önerecek değilim. Fakat şunu saptayabiliriz. Özel okullarda çoğunlukla prodüksiyona dair işler o işin profesyonelleri tarafından icra edilir. Dekoru yapan birileri vardır, kostüm ve aksesuarlar satın alınır, çalışma mekanını temizleyen ve toparlayan birileri vardır, vb. Oysa ki kısıtlı imkanlara sahip topluluklarda bu sorumluluklar oyuncular/öğrenciler tarafından paylaşılır ve bu sorumluluk bilinci ister istemez oyuna ve rolüne dair de bir sorumluluk bilincinin gelişmesine hizmet eder. Ayrıca kısıtlı imkanların bir mücadele motivasyonu, bir engel aşma hırsı yarattığını gözlemlemek mümkündür.

Değinmek istediğim son etken “büyümek”le ilgili. Ben genellikle Stanislavskiyen anlamda dramatik oyunculuğun liseli gençler tarafından icra edilmesinin bir hayli zor olduğunu düşünürüm. Dramatik oyunculuğun oyuncunun kendi kişisel tarihinden, duyu ve coşku belleğinden bir hayli beslendiğini göz önüne alırsak, hayatının başlarında olan bir gencin bu türden rollerde başarılı olmasının düşük ihtimal olduğunu savunurum. Fakat özellikle bu yıl iki devlet okulunun oyununda izlediğim başarılı dramatik oyunculuk örnekleri bu kanımı sarsıntıya uğrattı ve bunun üzerinde kafa yordum. Ulaştığım kesin bir sonuç olduğunu söyleyemem ama argümanımı tartışmaya açmak isterim. Biz “beyaz” orta sınıf aileler çocuklarımızı “büyütmüyoruz”. Onlara birçok olanak sunuyoruz, onları iyi besliyoruz (her anlamda), onlara “iyi” davranıyoruz, bir dediklerini iki etmiyoruz, en iyi okullara/dershanelere göndermeye çalışıyoruz, vs., vs. Ama onları “büyütmüyoruz”, büyümelerine izin vermiyoruz. Oysa “solgun halk çocukları” sokakta, işte, aile ve okul içi çatışmalarda, vb. “büyüyorlar”. Sorumluluk alarak, mücadele ederek, sorun çözerek, incinerek, maddi manevi dayak yiyerek, hayal kırıklıkları yaşayarak, vb. şekillerde “büyüyorlar”. Bu hayat deneyimi, bu yaşanmışlık onları oyunculuk alanında, özellikle de dramatik oyunculuk alanında daha avantajlı kılıyor. Beyaz orta sınıf çocuklarının yaşadıkları en ciddi hayat deneyimi acımasızca SBS, YGS gibi sınavlara hazırlanma ve kendilerine sunulan olanakların karşılığında “parlak”, “başarılı” bir gelecek inşa etme dayatması. Bu da a bir travma değil. Ama benim gözlemim özel okullardaki ve Anadolu Liselerindeki birçok gencin çocuk kaldığı, çocuk bırakıldığı yönünde. Bunun da bir rolü yorumlamaktan tutun da kolektif bir üretim sürecinde sorumluluklarını yerine getirmeye kadar birçok konuda handikap yarattığı iddia edilebilir.

Dediğim gibi, bu saydığım etkenlerin hepsi tartışmalıdır; hepsi birer tartışma başlığıdır. “Solgun halk çocuklarının” teatral başarısı bu etkenler üzerinden tartışılabilir, başka etkenler öne sürülebilir. Fakat bu noktada biz tiyatro aydınlarını bekleyen başka meseleler var. Bu gençlerle birlikte ne yapabiliriz? Onlara nasıl daha sağlıklı ve hayal kırıklığı yaşamayacakları kanallar açabiliriz? Ne tür eğitim modelleri kurabiliriz? Nasıl daha politik ve bilinç düzeyine taşınmış bir sanatın egemen olmasını sağlayabiliriz? Bu “solgun halk çocukları ayaklanmasını” nasıl Türkiye tiyatrosunun itici güçlerinden biri haline getirebiliriz?

Lise tiyatrosu üzerine gözlemlerimi paylaşmaya devam edeceğim

1 yorum:

  1. Altmışlarda ki "Genç Oyuncular" dönemi gibi bir çıkışı...
    -Keşke, ah keşkem- zamanımızda "solgun halk çocukları" eylese...
    Zamanının zamanıdır; nasılda güzel olur...
    Ah nasıl.
    my

    YanıtlaSil